top of page

TÜRKİYE’nin ve ÖZEL SEKTÖRÜN KÜRESEL REKABET’teki POZİSYONU!

  • Yazarın fotoğrafı: Haluk Selvi
    Haluk Selvi
  • 1 Haz 2024
  • 4 dakikada okunur

Uzun bir dönemden beri Türkiye Ekonomisi’nde büyümekte olan temel bir sorunun iyice belirgin bir hale geldiği görülüyor. Özel Sektöre yönelik bu sorunun genel olarak tanımı Şirketlerimizdeki;

 

1.   Verim düşüklüğü ve

2.   Yüksek borçlanma düzeyidir.

 

Peki neden?

 

Türkiye’deki en yaygın ekonomik yanılgılardan biri, özel sektörün ihracat odaklı olarak çalıştığının düşünülmesidir. Rakamlar ise tersini söylüyor:

 

Orta Vadeli Plan öngörüsüne göre 2017 sonu GSYH (GDP) 847 Milyar USD olması beklenirken, aynı dönemde öngörülen beklenen ihracat 156.5 Milyar USD’dır. Diğer bir deyişle 2017 yılı için GSYH’nın sadece %18.5’unu ihracat oluşturmaktadır. Bu hesaplamada yeni seri GSYH rakamlarının açıklanamayan unsurlarını ve ihracatın içindeki “altın ticaretinin” etkileri şimdilik göz ardı edilmiştir. Bu oranın Güney Kore’de %36, Meksika’da %42 düzeyinde olduğunu saptamakta da fayda var.

 

İSO ilk 500 ve ilk 1000 sıralamaları da, özel sektörün iç piyasa odaklı olarak  çalıştığını göstermektedir. Ülkenin en büyük sanayi tesislerine sahip kurumlar; ağırlıklı olarak petrokimya, beyaz eşya, otomotiv, demir çelik, temel gıda üreticileridir. Bu firmaların önemli bir kısmı halka açıktır. Halka açık olanların verileri de satışların içinde ihracat payının nispeten düşük oranda kaldığını göstermektedir.

 

Buradan çıkarabileceğimiz sonuç özel sektör Şirketlerimiz, ağırlıklı olarak kendisi için karlı görünen ve zahmetsizce mal ve hizmet satabildiği iç piyasaya yönelik çalışmaktadır. Yurtiçi pazardaki karlılığın başlıca nedeni, özel sektörün bir şekilde gümrük ve navlun maliyetleri sayesinde korunması ve siyasi belirsizlikten, yasal ortama kadar olan sorunlara bağışıklık göstermiş olması yolu ile rekabet gücü sağlayabilmesidir. Özel sektörün iç piyasada edinmiş olduğu konum nedeni ile ürün gamı statik, ürün gelişimi durağandır           

 

Türk Özel Sektörü, 2002-2008 döneminde yurtiçi pazara yönelik olarak kapasite odaklı büyümüştür. 2002 yılında 230.5 Milyar USD  GSYH’na karşı 36 Milyar USD olan ihracat yapıldığı ve ihracat/GSYH  oranının %15.6 olduğu göz önüne alınırsa, son 15 yılda ihracata dayalı büyüme meselesi, bir hayalden öteye geçmemiş  %15,6’dan yukarıda verildiği üzere %18,5’e ancak çıkabilmiştir.

 

           

 Türkiye’nin ihracat haritasına bakıldığı zaman da temel parametrelerin değişmemiş olduğu anlaşılmaktadır. Ülkenin ihraç kalemleri, otomotiv, otomotiv yan sanayi, hazır giyim, demir çelik ürünleri, beyaz eşya, elektronik ürünler ve tarım ürünleri üzerine yoğunlaşmaktadır.

 

Küresel markaların lisansörlüğü altında yapılan otomotiv ihracatını ve gururla üretimde Avrupa liderliği’ne ulaştığımız beyaz eşya/elektronik ihracatı bir yana konulduğu zaman; Türkiye’nin küresel çapta son tüketiciye sattığı yüksek katma değerli önemli tutarda mal ya da hizmet yoktur.

 

Ya da diğer bir bakış açısından bakılırsa aynı durum Türk kurumların marka algısı anlamında da geçerlidir, Türkiye’nin THY, BEKO vb. bazı örnekler dışında henüz anlamlı bir küresel markası yoktur. Son 20 yılda ihracatın mal ve hizmet anlamında bileşenleri pek değişmemiş, en önemli değişim otomotiv ve otomotiv yan sanayi alanındaki ihracatın payının artması olmuştur.

 

Daha da dikkat çekici bir değişken de Türkiye’nin nispi rekabet gücüdür. World Economic Forum tarafından her yıl yayınlanan “Global Competitiveness Report” isimli çalışmaya göre Türkiye 2017-2018 raporunda rekabet gücünde Dünya’da 53. sıradadır. Türkiye’nin 2002-2003 raporunda 54. sırada olduğu düşünülürse; özel sektörün yarattığı katma değerin küresel bazda nispi yerinin son 15 yılda değişmediği açıktır.

 

Türkiye’nin çok yönlü ekonomik karnesini yansıtan 2017-2018 küresel rekabet endeksindeki bazı değişkenler son derece dikkat çekicidir. Bu rapora göre; Türkiye’nin en zayıf olduğu alanlar:

·       İşgücü pazarındaki verimlilik (127.sırada),  

·       Sağlık ve ilköğretim kalitesi (84. sıra),

·       Finansal sektörün gelişmişlik düzeyi (80. sırada),

·       Kurumsal yapı (kamu ve özel sektör, 71. sırada),

·       İş birimlerinin çok yönlülüğü (business sophistication, 67. sırada) ve

·       İnovasyon (69. sırada) sayılabilir.

 

Türkiye’nin tek çekici tarafı pazar büyüklüğü (14. sırada) olarak sayılmış, bu faktörün güçlü olması istatistiksel olarak Türkiye’yi rekabet gücünde, ortalamada 53. sıraya ancak taşıyabilmiştir.

 

Rapora göre, iş yönetimini zorlaştıran ilk üç faktör;

 

1.   Politik belirsizlik ve stabilite eksikliği,

2.   Finansal kaynaklara ulaşım ve

3.   Yeterince eğitilmemiş işgücü niteliği olarak sayılmıştır.

 

G20 Ülkeleri içinde 17. sırada olan Türkiye’nin rekabet gücünün küresel ekonomiler arasında 53. sırada yer alması çok açık bir gerçeği ortaya koymaktadır: Dünya’da rekabet etmek gibi zor bir misyon yerine, iç pazardaki pazar payı ve karlılık düzeyi ile yetinme eğilimi.

 

Türkiye’nin GSYH’ nın küresel Dünya Ekonomisi içindeki payının uzun vadede 1.70’i geçememesi yönündeki tahminlerin nedeni de budur.

 

Bu veriler; Şirketlerimizin;

 

1.    Stratejik Yönetim,

2.    Kurumsallaşma,

3.    Ürün Stratejisi,

4.    Üretim Tekniği ve Verimlilik,

5.    İnsan Kaynakları Yönetimi,

6.    Finansal Yönetim,

7.    Maliyet Yönetimi,

8.    Sermaye Yönetimi,

9.    Tedarik Zinciri Yönetimi ve Lojistik,

10. Raporlama ve Denetim gibi temel iş yönetimi faktörlerinde maalesef dünya skalasına göre rekabetçi olamadığını ve geri kalmışlığını açıklamaktadır.

 

Rekabetçi olamamak ve rekabetçi olmaya gerek duymayan düşünce yapısı ile tarihsel açıdan bakarsak, bu temel faktör Osmanlı İmparatorluğu’nu batırmış, Türkiye Cumhuriyeti'ni de ulaşması gereken çıtadan geri çekmiş, ihracat hedefleri revize edilmiştir.

 

Ülkelerin rekabet gücündeki nispi duraklama ve zayıflamanın etkisi son derece tehlikelidir. Bu eğilime, üstelik bir taraftan da borçluluk düzeyindeki artış ekleniyor ise, yaklaşan tehlikenin etkisi yıkıcı olabilecektir.

 

Tüm bu çıkarımlar sonucu akla gelen vurucu soru şudur: Rekabet gücündeki duraksama ve ülke içinde üretilen katma değerin bileşenlerinin yıllar itibari ile değişmemesine rağmen, son 20 yılda yüklenilen borç ne için alınmıştır?

 

TCMB, Temmuz 2017 referanslı Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunundaki son açıklanan verilere göre borç tutarının-449.9 Milyar USD gibi devasa bir rakama ve bu rakamın öngörülen 2017 GSYH’nın %53’üne ulaştığı düşünülürse bu sorunun yanıtları dikkat ile düşünülmelidir.

 

Son dönemde KGF teminatı ile dağıtılmış olan kredilerin TL kaynak talebini nasıl bozarak yüksek maliyetler oluşturmasına rağmen, %16 üzeri yıllık bileşik faizli kredilerin nasıl kapış kapış alındığı da önemli bir işarettir. 

 

Türkiye, izlenen Neo Keynesyen politikalar ile özel sektörün karşı karşıya geleceği krizi ertelemiştir. Ancak zaman özel sektör için hızla tükenmekte ama rekabetçiliğin değişkenleri konusunda hiçbir anlamlı gelişme sağlanamamaktadır.

Küresel Ekonomik Krizinin yönetiminde bir sonraki aşama olan gelişmiş ülkelerdeki bilanço küçültme ve faizlerin arttırılması süreci başladığı zaman bu değişim çok daha zor ve maliyetli olacaktır.

 

Belki de bu zor konuları analiz etmek yerine, Türk basınının “amiral gemisi” Hürriyet Gazetesi’nin “değerli” ekonomi yazarı Vahap Munyar’ın söyleşi şeklindeki ekonomi yazılarını okuyarak gerçeği keşfetmek çok daha moral verici olacaktır.

 

Sevdiğim Sözler: “Mevcut bilgi birikimimizle öyle sorunlar yaratırız ki aynı birikimimiz bu sorunları çözmemize yetmez” Albert Einstein


Ref.:

“Özel Sektördeki Verimsizlik ve Yüksek Borçluluk Düzeyi” Burak Köylüoğlu

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


Ya no es posible comentar esta entrada. Contacta al propietario del sitio para obtener más información.
bottom of page